OAN Health

Hayatın Rutini Ritüellerimiz Olur mu?

Mutlu olmak için nasıl bir hayatınız olsun isterdiniz? Düzenli, sakin, güvenli ya da hızlı, tempolu, durmadan size adrenalin salgılatan? Aslında hayatlarımızı tarif etmek için kullandığımız “düzenli, sakin, sıkıcı, güzel, heyecanlı, tempolu, renkli, vs.” gibi sıfatlar tamamen bizim algımızla ve hissettiklerimizle, yaşamımızla kurduğumuz bağla ilgili.

İnsanların karşısına birden Aladdin’in Cini çıksa ve “dile benden ne dilersen” dile dese, çoğunluk muhtemelen bol para, görkemli evler, şahane tatiller, güzel arabalar ile donatılmış müthiş hayatlar isteyecektir ama sorun ne biliyor musunuz? İçinde olunan şartları benimsedikten sonra da ne kadar rahat, heyecanlı, imrendirici olursa olsun, sahip oldukları kişiyi mutlu etmeye yetmiyor.

Neden mi? Cevabı çok basit; alışıyoruz, her şeye alışıyoruz.

Her şeye alışmak bizim “sistemimizin” en güçlü silahı. Bizler her şeye alışabildiğimiz için hayatta kalabiliyoruz. Adapte oluyoruz, alışıyoruz ve sonra tahmin edin ne?

Sıkılıyoruz…

İçinizden belki şimdi “Ben böyle sıkılmaya razıyım” diyorsunuz.

Jim Carrey’in, tam olarak buraya uygun, güzel bir cümlesi var:  “Dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aranılan esas cevabın bu olmadığı anlaşılır.” 

 

Alışmanın Gücü

Hayatta şükür edilecek en temel lütuflardan biri, kendimizin ve sevdiklerimizin sağlıklı olması… Peki her gün “Ben ve sevdiklerim çok şükür sağlıklı” diye minnet duygularımızı ifade ediyor muyuz? Cevabımız hayırsa sağlıklı olduğumuza alışmış olduğumuz için olabilir mi? Sağlıksız olduğumuzun işaretleri çok net; fiziksel ağrılar. Ağrılarımız sayesinde bedenimizde ters giden bir şeyler olduğunu anlayabiliyoruz. Ağrısız bir bedeni ise fark etmiyoruz bile.

Oysa ağrı gibi tatsız bir uyarıcıyı, yüksek desibelden bize yollamayan bir beden, başlı başına şükredilmesi gereken bir duruma işaret etmez mi?

Evet ne demiştik?
Her şeye alışıyoruz.

Sahip olduğumuz her şey belli bir süre sonra bizim için görünmez hale geliyor, sıradanlaşıyor. Sahip olduklarımız sıradan hale geldikçe de daha fazlasını, daha farklısını, daha özelini ister hale geliyoruz.

Gelin hemen Jim Carrey’in cümlesine geri dönelim: “Dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aranılan esas cevabın bu olmadığını anlar.”

Peki aranılan esas cevap ne?
Ne biliyor musunuz?
Hayatımıza farkındalık getirmek.

Kendimizle, bedenimizle, çevremizdekilerle, sahip olduklarımızla, yani hayatımızla farkındalık temelli bağ kurmak. Hayatı, kafamızın içindeki seslerle yaşamayı bırakıp, içinden geçtiğimiz “an”ın aslında bir daha asla tekrarlanamayacak olduğunu bilerek yaşamak, her günümüze yeni bir nefes kazandıracaktır.

Yaşadığımız her an, o anı oluşturan bileşenler ne olursa olsun aslında benzersizdir. Günümüz şöyle bir rutinle başlıyor belki; her sabah altıda kalkıp duşumuzu alıp dişlerimizi fırçalamak, hızlıca bir kahvaltı sonrası işe gitmek… Düşünün, arka arkaya her gün güne böyle başlıyorsunuz. Böyle bir sabah rutinini sıkıcı ve depresif bulmak çok olağan.

Her gün aynı evde uyanmak, her gün aynı işe gitmek, her gün aynı insanları görmek…

 

Peki çözüm bu rutini, bu akışı değiştirmek mi?

Farkındalığımızı yaşadığımız “an”lara getirdiğimizde aslında sinir sistemimizi uyarıyoruz. Ezbere yaşayıp kendimizi günlük rutinlere kaptırdığımızda, duyularımızı ve sinir sistemimizi uyuşturuyoruz.

Mesela eve geldik, karnımız aç ve hızlı hızlı yemek pişiriyoruz.

Farkındalığımızı yemek yaptığımız o anda tutmadığımızda, yemek pişirirken ortaya yayılan kokuyu duyu organlarımızdan mahrum bırakmış oluyoruz. Ya da yemek pişirirken zihninizden devamlı “Bıktım yemek yapmaktan, her gün pişir, her gün ye, hayat mı bu?” dediğimizde, bizim için yaşamsal bir öneme sahip olan yemek yapma eylemi sıkıcı bir rutin haline geliyor.

Ayrıca yemek yapacak fiziksel, yemek yapmak için gerekli malzemeleri alacak maddi güce sahip olmak da çok önemsizleşiyor. Oysa aslında bu, şükredilesi bir olanak.

Bazılarınıza sinir bozucu gelecek bir “Polyannacılık” oyunundan bahsetmiyoruz. Burada sözünü ettiğimiz şey, tüm duyularımızı, algımızı, sinir sistemimizi, hücrelerimizi hayata açmak. Kendimizi kalpten bir farkındalıkla yaşama açmazsak, içinde bulunduğumuz koşullar ne kadar iyi olursa olsun bizim için görünmez olabilir.

Hayatımızda muhteşem, benzersiz anlar, dönemler olabilir, bazen de rutin, birbirine benzer günleri ardı ardına yaşayabiliriz. İşin püf noktası ise yaşama dair farkındalığınızı ve merakınızı canlı tutabilmekte. Yaşamsal sevinci ve heyecanı devamlı dış dünyadaki uyarıcılardan aldığımızda günün sonunda hüsrana uğrayabiliyoruz.

Dediğimiz gibi insan sistemi yaşadığı çevreye alışıyor ve kanıksıyor. Oysa ki dikkatimizi ve farkındalığımızı içinde bulunduğumuz ana getirdiğimizde olağanüstü deneyimler kadar sıradanlığın da güzellik potansiyeli taşıdığını fark edebiliyoruz.

Örneğin eve geldiniz ve çok susadınız.Mutfağa gittiniz ve su içtiniz. Susuzluğunuzu giderdiniz. Karnınız acıktı, yemek yaptınız. Dizi izlerken yemeğinizi yediniz. Açlığınız sona erdi. Kanepede televizyon açıkken uyuyakaldınız. İki saat sonra uyandınız, bir uyurgezer gibi mutfağa gittiniz, kalan yemeği aceleyle, adeta uykunuzun içinde yediniz. Odanıza gittiniz. Uykunuzun kaçtı. Cep telefonunuzdan bir stand-up videosu açtınız. Ne zaman sonra uyuduğunuzu fark etmediniz. Bu kısa sahne depresif bir filmden alıntı gibi değil mi?

Peki bu sahneyi canlandıracak, güzelleştirecek, cazip hale getirecek neye ihtiyaç var? Bir eşe mi? Çocuklara mı? Çok güzel yemekler hazırlayan bir yardımcıya mı? Her gün 4 yıldızlı restoranlarda yemek yemeğe olanak sağlayan bir banka hesabına mı?

Bunlardan hangisine hayır diyebiliriz? Bir taraftan da kahramanımız gerekirse hepsine sahip olsun, tüm bu bileşenlerin içinde olduğu son derece sıkıcı bir hikaye yazabiliriz.

Peki sahneyi aşağıdaki gibi tekrar yazsak: Evinizden içeri girdiniz, çok susadınız, ağzınızın içi kupkuru, boğazınız susuzluktan adeta gıdıklanıyor. Çantanızı askıya astınız. Susuzluğunuzun şiddeti biraz daha arttı. Ellerinizi yıkamanız gerekli. İçinizden ellerimi yıkamadan su içsem diye düşünüyorsunuz. Ama bu düşünce sizi durdurmuyor. Musluğu açıyorsunuz, suyu ve sabunu ellerinizde hissediyorsunuz. Suyun ellerinizle olan teması tüm bedeninizi birazcık da olsa serinletti. Bu hoşunuza gidiyor. Tuvaletten çıkıp mutfağa doğru ilerliyorsunuz. Suya kavuşmaya yönelik sabırsızlığınızı fark ediyorsunuz. Mutfağa girdiğinizde akşam üstü güneşi vurmuş her yere. Bardağınıza su koyuyorsunuz. Suyun bardağa dolma sesini duyuyorsunuz. Suyunuzu içiyorsunuz, suyun ağzınızla ilk temasını hissediyorsunuz, boğazınızdan aşağıya doğru akıyor, yudumlarınızın, nefesinizin sesini duyuyorsunuz. İlk önce suyu büyük bir ihtiyaçla içtiniz, şimdi yavaş yavaş su içmenin keyfi kendini göstermeye başlıyor. Bir bardak su daha içeceksiniz. İkinci bardağı içerken yarısına geldiğinizde susuzluğunuzu giderdiğinizi fark ettiniz. Ve bardağı tezgaha koydunuz. Burada çok küçük bir ses çıktı, o sesi duydunuz.

Sanmayın ki son versiyondaki su içme deneyimi, ilk versiyondaki su içmeden çok daha uzun sürdü. İkisi de aynı sürede oldu ve bitti. Ama aralarında büyük bir fark var: İlki sadece, bedensel bir ihtiyacı alelacele gidermek, hepsi bu.  Biter bitmez başka bir iş yapmaya geçiliyor. Su içme eylemini yapan kişi burada yaptığı eylemin aktif olarak içinde değil.

Oysa ikinci yaklaşım biçimi, gün içinde defalarca yaptığımız su içme eylemini bedensel bir deneyime dönüştürüyor. Burada pek çok farklı hal deneyimleniyor. Sistem önce susuyor, sabırsızlanıyor, suya hemen kavuşamıyor, su içerken de önce yoğun su içme ihtiyacını gideriyor, daha sonra da su içmenin keyfine varıyor. Kişi her hali içinde canlı bir katılımcı. Aşama aşama değişen hallerini deneyimliyor.

Tüm bu adımları teker teker fark etmek, duyu organlarımız, sinir sistemimiz için adeta bir şölen. Farkındalıkla bu kadar çok uyarıcıyı almak, tüm sistemimizi canlı tutuyor. 

Gündelik hayat içinde pek çok rutinimiz var; tekrar tekrar, döne döne her gün yapıyoruz bunları. Kokulara, renklere, bedenimizdeki hislere, duyularımıza açık olarak kaldığımızda günlük, sıradan bir rutini, bir ritüel haline getirmek mümkün. Ritüel yapmak için özel günleri, farklı anları beklemeden, en sıradan, en günlük hale bir özenle ve farkındalıkla yaklaştığımızda sıradanlık içinde renkliliği görebiliriz.

 

Ufak Bir Uygulama:

Şimdi her gün yaptığınız rutin bir işi düşünün, saç taramak, çay bardağını elinizde tutmak, çayınızdan bir yudum almak, pencereden dışarı bakmak gibi çok basit bir eylem olsun. Sakince sadece o şeyi yapın, renklere, kokuya, ısıya dikkat edin. Beden hislerinizi, zihninizden geçen düşünceleri fark edin.

Bu kadar basit.

Ürünlerimiz